AĞAÇ KAVUNU

Çok çok eskiden ülkelerden bir ülkede bir bahçevan yaşarmış. Bahçesinin güzelliği kadar, bahçesindeki bitkilerin çeşitliliğiyle de ün yapmışmış. Bahçevan her ilkbahar, toprağı bir güzel çapalar, gübreler, sonra da sıra sıra tohumlar ekermiş. O yıl da öyle yapmış. Bütün tohumlar yine toprağın altında buluşmaktan dolayı çok mutluymuşlar. Birbirleriyle şakalaşıyor, bir an önce güneşe kavuşabilmek için filizlerini hazırlıyorlarmış.

Bir gün, birden kavun tohumunun öfkeyle bağırdığını duyup şaşırmışlar. Çünkü o güne kadar tohumlar arasında, değil bağıran, yüksek sesle konuşan bile çıkmamışmış. Ama işte kavun tohumu, “Sizinki düpedüz özentilik. . Anladınız mı? Şimdiye kadar hiç bir kavun ağaçta yetişmemiştir. Anlattığınız saçmalarla kimi kandırıyorsunuz, siz. . Hıh. Ağaç kavunuymuş. ” diye bas bas bağırıyor, yanındaki tohumu azarlıyormuş. Ağaç kavunu olduğunu söyleyen tohum da ezile büzüle, “Ama inan doğru söylüyorum. Benim adım, ağaç kavunu. Hem bildiğime göre, ben kavunlarla değil, turunçgillerle akrabayım. ” diyormuş. Bu sözler de kavun tohumun çileden çıkmasına yetiyormuş zaten. “Hem kavun olduğunu söylüyor, hem de turunçgillerle akrabayım deyip soyunu inkar ediyor. . Hele bir toprağın üstüne çıkalım, o zaman ne biçim bir şey olduğun anlaşılacak. Sen dünyada kavun olamazsın” diyormuş da başka bir şey demiyormuş. Kavun tohumu günlerce dır dır edip durmuş; zavallı ağaç kavunu tohumu da onu dinlemek zorunda kalmış. Neyse günlerden bir gün topraktan filizler başlarını uzatmışlar. Sıcacık güneşle bol su da eklenince, büyüdükçe büyümüşler. Kavun, büyük bir dikkatle ağaç kavunu olduğunu söyleyen bitkiyi izliyormuş. Gerçekten de, boyu minicik bir ağaç kadar uzamışmış. Üstelik çiçekleri de onunki gibi sarı değil, kırmızı kırmızıymış. Öteki bitkiler, “Aman bu ağaç kavununun çiçekleri ne ede güzel kokuyor” dedikçe kavunun kıskançlıktan içi sarardıkça sararıyormuş. Hele hele çiçekler dökülüp dallarında sarı renkte üstü püsküllerle süslü meyveler sallanmaya başlayınca neredeyse çat diye çatlayacakmış. bu ağaç kavununun bütün güzelliği güneşe yakın kolmasından, mevelerinin benimkinden fazla güneş ışığından yararlanmasından geliyor. Üstelik meyveleri de mis gibi kokulu. Bugünden tezi yok, ben de ağaca tırmanır, güneşe yakın olurum” diye karar vermiş kendi kendine. Hemen başlamış orasından burasından sürgünler çıkarmaya. Aklınca bunlarla ağaca tutunup gövdesini yerden kaldıracakmış. Tırmanıcı olan fasulyeler, bunu hemen farketmişler: “Aman kavun kardeş ne yapıyorsun? Sen de o kadar kocaman meyveler varken, nasıl lkaldırırsın gövdeni yerden. Vallahi düşüp bir yerini kırarsın. ” demişler. Ama dinleyen kim?! Kavun, ağaç kavunu olmayı kafasına koymuşmuş bir kez. Onun için de bir sabah binbir güçlükle gövdesindeki tutucu sürgünlerin yardımıyla ağaç tırmanmaya başlamış. Ama daha yerden bir iki karış yükselmeden koca koca kavunların ağırlığayla küt diye yere düşüvermiş. İyi ki yalnızca bir kavunu patlamış, ötekilere bir şey olmamış. Ağaç kavunu da görmüş bu durumu. . “Sevgili kavun. Niye böyle yapıyorsun? Her bitkinin kendine göre bazı özellikleri vardır. Asıl önemlisi her bitkinin ayrı ayprı yararları vardır. İnsanlar senin meyvelerini, yazın sulu salu olduğu için severek yerler. Beni ise ancak reçel ve marmelat yapımında kullanırlar. . Ha bir de kabuğumdan esans yaparlar. Görüyorsun ya, ben senin yerini tutamam” demiş. Kavun, ağaç kavununun bu sözleri karşısında utanmış. Ona hak da vermiş. O günden sonra da hiç halinden yakınmamış, yararlı olmanın, bir görevi olduğunu bilmenin mutluluğu içinde yaşamış.