İŞTE GERÇEK

Devlet Planlama Teşkilatı’nın hazırladığı gelir dağılımı sonuçlarına göre, Türkiye halkının yüzde 80’ini oluşturan aileler gelirden nüfus içindeki oranlarının yarısından az pay alıyorlar. Buna karşın, yüzde 20 oranındaki aile, nüfus içindeki oranın geri kalanlardan 5 kat fazla pay alıyor. Bu yüzde 20 aile içindeki yüzde 1 aile nüfus geri kalan kısmından tam 14 kat daha fazla pay alıyor gelir dağılımı pastasından.

Bu resmi rakkamların üstüne yorum yapmak gereksiz. Görünen köy kılavuz istemez. İstemez ya nedense, bu garip dağılım yine de sürer gider. Gelir dağılımındaki bu kör kör parmağına dengesizlik- haksızlık, vergi verme sözkonusu olduğunda daha büyük boyutlara ulaşıyor. Ücretliler, yılda kişi başına ortalama 220.000 TL vergi veriyor ve bu emeklerinin karşılığı olan ücretleri ellerine geçmeden ödeniyor. Vergiyi, gelirini elde ettikten sonra karından ödeyen ve gelir pastasının daha büyük dilimini alan “beyannameliler” ise kişi başına ortalama 155.000 TL vergi veriyor. Bu rakkamlar 1984 yılı rakkamları. Yine 1984 yılı rakkamlarıyla olayı biraz daha açalım. 1984 yılı içinde, toplam 1 trilyon 100 milyar TL gelir vergisi hasılatının 825 milyarını, yeni dörtte üçünü ücretliler ve memurlar ödemiş. Toplam 3.755.000 kişi bu verigiyi öderken, 1.775.000 dolayındaki beyannameliler 275 milyar TL vergi veriyor. Tabii hiç vergi ağına girmemiş olanlar da var.

Vergi yükünü, gelir dağılımının azını alan bir grupla, enflasyonla, işten çıkarmalarla, alie bireylerini geçindirmekle boğuşup duruyor. Petrol İş Sendikası geçenlerde bir araştırma yayınladı. Günlük ortalama işçi ücreti, son yedi yıl içinde yüzde 65 düşmüş. Ve böylece Türkiye bu ücret düzeyi ile, Güney Kore, Tayvan, Singapur ve Hong-Kong’dan bile gerilerde kalmış. Bilindiği gibi bu ülkeler, ucuz işgücü cenneti olarak bilinen, ama insanlarının tam anlamıyla süründüğü yeryüzü cehennemleridir. Ortadireğin koruyucu meleği olduğunu iddia eden Özal ne yapıyor, bu gerçekler karşısında? Rekorlar peşinde koşuyor. Sözgelimi hazine iki ayda yarım trilyon borçlanarak, Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde görülmemiş bir rekor kırılıyor. Gübre ve akaryakıtın dolara bağlanmasıyla, tarım üretiminde harcamalar rekor üstüne rekor kırıyor ve tarım üreticisi sürünüyor. Onlar sürünürken Sayın Başbakan, “Kızdırmayın kafamı, onu da ithal ederim” diyerek, şimdiye kadar hiç bir başbakanın kıramadığı tehdit rekorunu da kırıyor. Tabii bu arada Türk halkı da sabır rekoru kırıyor.

Sayın Özal, kendisine muhalefet eden herkesi cezalandırarak, susturarak batmakta olan bir ekonomik sistemi yürütme inadı içinde, kendi yarattığı enkazdan ürkerek, oraya buraya saldırıyor. Bu bana İskender’in atını hatırlatıyor. İskender’in zaptedilemez bir atı varmış. Kimsenin başedemediği bu adın neden huysuzlaştığını, neden kimseleri yanına yaklaştırmadığını anlamak isteyen İskender, gözlemiş gözlemiş. Sonra atın yanına yaklaşmış ve hemen yüzünü güneşe çevirmiş. O zaptedilemez at, olmuş bir kuzu. Herkes şaşkına dönmüş. İskender, “At kendi gölgesinden korkup ürküyordu. Yüzünü güneşe çevirince, gölgesi arkasına düştü. O da ürküp oraya buraya saldırmıyor” demiş.

Selçuk Altan’ın bir yazısında vardı bu öykü. Yazar, bu öykünün sonunu şöyle bağlamıştı: “Bazı kişilerin de yüzünü, İskender’in atı gibi, güneşe yani gerçeklere çevirmek gerek”.

Bu BAZI kişilerin yüzlerinin güneşe, yani gerçeğe çevrilmesinin zamanı çoktan geldi de geçiyor bile.