DÜDÜKLÜ TENCERE

Bir zamanla Pakça nine derler bir ninecik yaşarmış. Pamuk gibi ak saçları, ak yemenisiyle onu gören herkes “Şu Pakça nine tam adına yakışır bir ihtiyar. Yüreği iyilikle dolu. Hele evini görseniz pırıl pırıl” dermiş. Gerçekten de Pakça ninenin evinde tozlu, kirli hiçbir şey yokmuş. Hele mutfağı her görenin içini açarmış. Tencereleri her zaman kalaylı, pırıl pırıl, ışıl ışılmış. Tencereler bu yüzden keyifliymiş. “Bizim gibi parlak, güzel tencereler hiçbir yerde yoktur” diyorlarmış da başka bir şey demiyorlarmış.

Günlerden bir gün Pakça nine, elinde garip bir şeyle mutfağa girmiş. Büyük bir özenle elindekini yerleştirip çıkmış. O dışarı çıkar çıkmaz bütün mutfaktaki tencereler yeni gelenin çevresini sarmış. “Kuzum sen kimsin? Ne işe yararsın? Adın ne?” diye yeni geleni soru yağmuruna tutmuşlar. Yeni gelen, bütün tencereleri meraklandıran bu şey, bir düdüklü tencereymiş çocuklar. Düdüklü tencere arka arkaya sorulan bu sorular karşısında şaşkına dönmüş önce. Sonra da “Durun teker teker sorun” diye gülümsemiş. “Ben de sizin gibi bir tencereyim. Benim de içimde yemek pişirilir”. Ama öteki pırıl pırıl kalaylı tencereler bu sözleri duyunca basmışlar kahkahayı. “Kim? Sen mi tenceresin? Bir bize bir de kendine bak. Bu çirkin görünüşünle nasıl tencere olduğunu söyleyebiliyorsun? O uzun siyah sapınla daha çok, pis tavalara benziyorsun?” demişler. Sonra da zavallı düdüklü tencereyi öyle bir alaya almışlar ki sormayın. Tepesindeki düdükten tutun da, mat görünüşüne kadar her şeyiyle alay etmişler. Düdüklü tencere çevresini saran pırıl pırıl kalaylı tencerelere ne söyleyeceğini, hangisiyle başa çıkacağını şaşırmış sonunda. “Ama ben çok yararlıyım” diye kekeleyip ağlamaya başlamış. Kalaylı tencereler onun ağladığını görüp teselli edeceklerine, özür dileyeceklerine, başlamışlar kapaklarını “şangur şungur” diye kaldırıp kaldırıp indirmeye. Kısacası zavallı düdüklü tencereyi deli etmişler. Ertesi gün Pakça nine, yemek yapmak için mutfağa gitmiş. Ocağın bir gözüne kalaylı tencerelerden birini, öteki gözüne de düdüklü tencereyi koymuş. Ocağın altını yakıp, “Yemekler pişene kadar ben de bulaşıkları yıkayayım bari” demiş. Düdüklü tenceredeki yemek de, kalaylı tenceredeki yemek de bir süre sonra başlamış tıkır tıkır kaynamaya. Ama o ne?! Daha kalaylı tencere yemeği pişirmeden, düdüklü tencere içindeki yemeği pişirmemiş mi? Üstelik de “Gördünüz mü benim nasıl hızlı yemek pişirdiğimi” der gibi ötmüyor mu? Kalaylı tencere hırsından, şaşkınlığından, neredeyse üstündeki kapağı düşürüyormuş. Hele hele Pakça ninenin “Bu düdüklü tencere gerçekten çok güzel bir şeymiş. On dakikada yemeği pişiriverdi. Bari kalaylı tencereden yemeği alıp onun içine dökeyim” deyince kalaylı tencerenin ağzını bıçaklar açmamış. “Ya, Pakça nine bizi kaldırır atarsa? Ya bunun gibi bir düdüklü tencere daha alırsa, biz ne yaparız?” diye ağlamaya başlamış. İyi yürekli düdüklü tencere, “Size dün gece yararlı olan güzeldir diyecektim beni dinlemediniz . Alay ettiniz Ama ben sizin üzülmenizi istemiyorum. İçiniz rahat etsin diye hemen söyleyeyim. Pakça nine sizi atmaz. Çünkü ben güzel pilav pişiremem. Sonra reçel de yapamam” demiş. Kalaylı pırıl pırıl tencereleri bütün gece avutmaya çalışmış. Kalaylı tencereler düdüklü tencerenin bu çabasını gördükçe utançlarından ne yapacaklarını şaşırmışlar. Ondan özür dilemişler. O günden sonra da hep bir arada mutluluk içinde yaşamışlar.